Bazen insan, kendi düşüncelerinin içinde üşür.
Bir şey olur; bir bakış, bir ses, bir an ve zihnin o hiç durmayan dişlileri bir kez daha dönmeye başlar. Düşünce, hayatın sıcak akışını soğutur; olanı olduğu gibi göremeyiz artık. Her şey bir tanım, bir yargı, bir kıyas hâline gelir. Ve biz, kendi kelimelerimizin içine hapsoluruz.
Zihin, güvenlik ister; belirsizlikten korkar. Bu yüzden hayatı parçalara ayırır, isimler takar, kalıplar kurar. Ama bu güvenli kalıpların içinde nefes almak gittikçe zorlaşır. Çünkü her tanım, her etiket, bir parçamızı susturur. Zamanla, kim olduğumuzu değil, kim olmamız gerektiğini hatırlatır bize. Oysa bir yerlerde hâlâ, çocukluğumuzun o berrak sesi fısıldar: “Sen bundan fazlasısın.”
Bu, pasif bir vazgeçiş değil, zihnin gürültülü ve yargılayıcı sesini askıya alabilme erdemidir. An, kronolojik akışın ötesinde, her şeyin olduğu gibi tam ve bütün olduğu saf bir alan sunar. Bu pürüzsüz mevcudiyet alanında, benliğin edindiği tüm tanımlamalar geçersizleşir; kişi, edinme telaşından sıyrılarak, yalnızca var olma hâliyle yetinir. Bu sessizlik, aynı zamanda derin bir bağlantı kurma yeteneği geliştirir; ötekini, zihinsel filtreler ve önyargılar olmaksızın, tamamen açık bir dikkatle dinleyebilme sanatıdır. Bu içsel direncin çözülüşü, eylemsizliğe değil, aksine, eylemlerin temiz ve kaynaktan gelen bir enerjiyle yapılmasına olanak tanır.
Bir noktada insan, kendi kurduğu bu zihinsel şehirde boğulmaya başlar. Ve işte o zaman, bir arayış başlar; bir “neden” değil, bir “nasıl” arayışı. Nasıl özgürleşir insan kendi aklının ağırlığından? Nasıl yaşar, düşünmeden değil ama düşünceye esir düşmeden?
Cevap, çoğu zaman sessiz bir fark edişle gelir: Hayat, biz onu kontrol etmeye çalıştıkça, parmaklarımızın arasından daha çok kaçar. Ama bıraktığımızda, teslim olduğumuzda, birdenbire kendi ritmini gösterir. Bu, vazgeçmek değil; sadece yöneticiliği akla bırakmamaktır.
Zihni bir hizmetkâr yapmak, efendi değil.
Bir marangoz gibi yaşamak belki de budur: Hayata biçim verirken, ağacın damarlarını da dinlemek. Kendine yol açarken, akışın fısıltısını duymak. İrade burada doğar; kör bir çaba değil, bilinçli bir yönelim. Eylem, o zaman bir zorlama değil, bir ifade olur. Ve insan, kendi elleriyle kendi varlığını şekillendirirken, aslında hayatla birlikte eylemleri ortaya çıkarır.
Sonra yorgunluk gelir…

Çünkü sürekli yapmaya, sürekli kontrol etmeye çalışan benlik tükenir. O an anlarız: Gerçek huzur, hiçbir şey yapmamakta değil; yaptığımız her şeyin sessizlikten doğmasındadır.
Zamanın ötesinde bir an vardır. Ne dün ne yarın; sadece şimdi. Ve o “şimdi”nin içinde, tüm tanımlar erir. Sen artık adın, mesleğin, unvanın değilsin. Bir kalp atışısın, bir nefessin, bir varoluşun çıplak hâli. O hâlde, bütün kavgalar anlamsızlaşır; çünkü var olmanın kendisi zaten tamamdır.
Ama insan sadece “olmakla” kalmaz. Bir süre sonra içindeki ışık dışarı taşmak ister. İşte o zaman doğar sevgi; bir duygu değil, bir hareket, bir seçim, bir sanat. Sevgi; özenin, saygının, sabrın, sorumluluğun bileşimidir. Kendini aşmanın en zarif yoludur. Ve bu sevgiden doğan her eylem hem seni hem dünyayı dönüştürür.
Gerçek özgürlük, bu iki kanadı birlikte açabilmektir: biri yapmanın cesareti,
diğeri olmanın dinginliği. Ve bu iki kanat, aynı gövdede birleştiğinde, benlik nihayet gökyüzüne yükselir; prangalar çözülür, ağırlık hafifler. Kalan sadece uçuşun kendisidir.