Gün batımının kızıllığı yaylanın üzerine serilirken, elimde fotoğraf makinesiyle etrafı kolaçan ediyordum. Yaylanın serin havasında, sessizliğin içinde bir hareket arayışındaydım. Küçük bir ağaç dalında, yalnız bir kuş dikkatimi çekti. Uzakta, ince bir dalın üzerinde hafifçe sallanıyordu. Kuşun tüyleri rüzgarla titriyor, gökyüzünün altın ve kırmızı tonları arasında bir siluet gibi duruyordu.
Hemen deklanşöre basıp bu anı ölümsüzleştirdim. Sonra yavaşça ona doğru ilerledim. Aramızdaki mesafe azaldıkça, kuş hiçbir tepki vermiyordu. Normalde, kuşlar uçarak uzaklaşırlardı ama uzaklaşmadı öylece kaldı orada. Yaklaştığımda, kuşun hemen yanında, küçük bir ağaç dalında bir yuva fark ettim. Bu yuvanın varlığı, kuşun belki de bir ebeveyn ya da anne olduğuna işaret ediyordu. Kuşun duruşunda, çıkardığı ve benim anlayamadığım seslerde bir gariplik ya da bir mesaj vardı.
Sonraki günde her fırsatta aynı noktaya gelip kuşu izledim. Kuş, hep aynı dalın ucunda duruyor, sanki geçmişle elem dolu bağlar kuruyordu. Kızıllığın yerini karanlık aldığında bile oradan ayrılmıyor, sabırla bekliyordu.
Kuşun bakışlarında bir keder, bir kayıp vardı. Bu küçük kuş, gözyaşı dökerek ağlayamasa da çıkardığı çeşitli seslerle bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. İçimden onun olası hikayesini düşünmeye başladım. Belki de bu bir anne kuş ve yavrusunu kaybetmişti. Her bakışı, her kanat çırpışı, insanın kalbine dokunan bir anlam bırakıyordu. Belki de bu yalnız kuşun gözlerindeki kaygı, doğanın sessizliği içinde saklı olan bu hikâyeyi anlatmaya çalışıyordu. Belki yavrusunu koruyamamış, belki de yırtıcı bir hayvan tarafından yavrusu alınmıştı. Kim bilir, belki de yuvaya döndüğünde yavrusunu bulamamıştı ve günlerdir çaresizce onu arıyordu.
Her gün, aynı dalın ucunda oturuyor, yüreğinde kaybettiği yavrusunun hatıralarını canlandırıp, yavrusunun minik gagasıyla kendisine sevgiyle dokunduğu anları hatırladıkça içindeki yürek sızısı da büyüyordu. Belki de yavrusunun o sevimli cıvıltılarını bir daha duyamayacak olmanın hüznü, yüreğine bir hançer gibi saplanıyordu. Her gün ve her gördüğümde kafamda hep aynı hikâye. Her bakışı, her kanat çırpışı, anlatılamamış bir şeylerin, kaybolmuş bir yavrunun ve bitmeyen bir bekleyişin sessiz ifadesiydi. Sanki, onda, kaybolmuş bir dünyanın izleri, yitirilmiş bir umudun gölgeleri vardı.
Günler ilerledikçe, çıkardığı seslerin azaldığını, kuşun gücünün giderek tükendiğini fark ettim. Bitkin bir halde, aynı dalın ucunda durmaya devam ediyor, gözlerindeki son parıltılar yavaşça sönüyordu. Yorgun ve bitap düşmüş bedeni, üzüntüsünün ağırlığını daha fazla taşıyamıyordu. İçindeki tarifsiz hislerin sessiz çığlıklarıyla gözlerindeki hayat izleri kaybolmaya başlamıştı sanki.
Kapanmak üzere olsa da gözleri, her nefes alışı onun iç dünyasındaki fırtınanın ve yüzündeki ifade de onun bitmek bilmeyen bekleyişinin işaretiydi. Tüm dünyanın ağırlığını taşıyor gibiydi ve o an, bu küçük varlığın taşıdığı acının büyüklüğü karşısında kendimi biçare ve aciz hissettim. Yürek burkan bir çaresizlikle bana bakarken, onun artık son anlarını yaşadığını biliyordum. Her bakışı, her titremesi, ruhumda derin bir ıstırap bıraktı. O gece hava kararmaya yakın içimde derin bir endişeyle çadırıma döndüm ve sabahı bekledim.
Sabah ilk iş kuşun yanına koştum. Hafifçe esen rüzgâr kurumuş yaprakları hışırdatırken, güneşin ilk ışıkları yayladaki o ağaçlık alanı aydınlatıyordu. Ona bakıyordum. O da sanki son kez bir gayretle bana bakmak için boncuklarını hareket ettirmeye çabalıyordu. Ama gücü yetmemiş, gözleri donmuş kalmış, kalbi belki yavrusunun hatıralarıyla doluyken son kez atmıştı. Artık çilesi bitmiş, yavrusuna kavuşmak üzere gökyüzüne doğru süzülmüştü.
O sabah, yaylanın sessizliğinde, bir dalın ucunda yalnız bir kuş daha vardı. Ama artık tüm yüklerinden arınmış, huzur içinde sonsuzluğa uçmuştu. Yuvada kalan sessizlik, anne kuşun trajik hikayesinin son yankısıydı. Gökyüzünde bir yıldız daha parladı o gece ve belki de anne kuş ve yavrusu, artık bir arada, sonsuz huzur içinde, yıldızların arasında…
Onu, yuvasıyla birlikte, yaylanın huzurlu bir köşesine gömmeye karar verdim. Kuşun bedenini, kalbimde ağır bir acıyla ve nazikçe dalın üzerinden aldım. O an, içimde bir boşluk hissettim; bu küçük kuşun taşıdığı büyük acıyı, artık sonsuzluğa uğurlamıştım. Onu, yuvasıyla birlikte toprağa verirken, gözlerimden süzülen yaşlar, toprağa karıştı. Sessiz bir temenniyle bekledim; anne kuşun ve yavrusunun artık huzur içinde olduklarına inanarak…
Doğanın sessizliği içinde saklı olan bu öykülerin, insanın en derin duygularını uyandıran ve kalbindeki izleri yansıtan bir ayna olduğunu anladım. Her canlının yaşadığı, hissettiği, dile getirdiği veya getirmek istediği anların, dünyayı anlamamıza ve empati kurmamıza katkı sağlayan paha biçilemez birer hazine olduğunu, kuşun gözlerindeki hüznün insanın kalbinde ne denli derin etkiler bıraktığının ne kadar değerli olduğunu bir kez daha fark ettim.
Hayvanların yaşam alanlarını korumanın, onların hikayelerinin devam etmesini sağlamak anlamına geldiğini, onların sessizce dile getirdiği acıları ve mutlulukları dinlemenin, dünya üzerindeki varlıklarının ne kadar kıymetli olduğunu biliyorum. Her bir canlı, doğanın muazzam dengesi içinde kendi yerini bulmuş, kendi rolünü üstlenmiş durumda. Onların korunması, sadece onları değil, aynı zamanda bizim insanlığımızı, empati yeteneğimizi ve doğaya olan borcumuzu da korumak anlamına geliyor. Bugünkü dünyamızda, doğanın sessiz haykırışlarını duyabilmek ve onlara kulak vermek, bizim için bir sorumluluk değil, bir zorunluluktur.
Sevgiyle başlayıp, kederle bitirdim.
Uçsuz bucaksız evrende, aklımızın alamayacağı büyüklükte ki güneş sisteminde, henüz keşfedilmemiş yerleri olan dünyamızda umudunu yitirmiş bir kuş. Okuyucularını yalnız bir kuşun kederine ortak edebilmek…