Hamuşanlar ve Kalbi Olan Bir Ülke

Nasıl başlamalıyım bu yazıya?

Zihnimdeki öfkeli kelimeler birbiriyle savaş halinde, bir türlü düzen tutmuyorlar. Düşüncelerim, göğsümdeki ateşi büyütürken, içimi sarmalayan bir acıya dönüştürüyor. Kalbim, patlamaya hazır bir volkan gibi sıkışmış durumda. Dudaklarımda, yönünü bilmeyen keskin kelimeler adeta birer bıçak gibi dans ediyor. Bu derin acıyı, bu tarifsiz haksızlığı nasıl ifade edebilirim? Hangi kelime bu trajediyi anlatabilir? Kâğıda dökmek istediğim her cümle, ellerimde parçalanıyor. Ama bir yerden başlamalı; bu sessizliği yırtacak, bu karanlığı dağıtacak bir yerden.

Çocuk öldürmek ne demek?

İnsanlık tarihine en kara lekelerden birini daha eklemek. Ama başka bir yerde, ama burada ne fark eder? Çocuk öldürmek, umutları toprağa gömmek, geleceği karanlığa mahkûm etmek demek. Çocuk öldürmek, hamuşanların sessizliğine bir günahsız sessizliği daha eklemek demek. Bu yara, ne zaman, nerede açılmış olursa olsun, hepimizi kanatır, hepimizi yok eder. Çocuk öldürmek ne demek!

Mezarlıklar, gömülen hikayeler ve suskun umutlarla doludur. Ancak mezarlıklardan daha sessiz bir yer daha vardır: Hamuşanlar. Varlığı belirsizleşmiş hayatların durağıdır burası. Bir çocuğun kaybolması, böyle bir sessizliğin başlangıcıdır; hayatın en suçsuz yanının karanlığa gömülmesidir.

Oysa her şey ne kadar da masum bir neşeyle başlamıştı. Küçük eller, oyuncaklarıyla dünya kurar, evin her köşesi tatlı gülüşlerle dolardı. Odadan odaya koşturur, evin içindeki hayatın melodisini oluştururdu. Ancak o kapı açıldığında ve küçük beden dışarı adım attığında, arkasında bıraktığı sıcaklık sadece bir anı olarak kaldı.

Kapı açıldı ve küçük beden büyük dünyaya adım attı. O an, rüzgâr saçlarını okşadı, güneş yüzüne gülümsedi. Sokak, onun için keşfedilecek bir macera alanıydı. Adımları hafifti, ama her adım, birer soru işareti gibi iz bırakıyordu. Evin dışına çıkış, sade bir keşif gibi görünse de annenin yüreğine hafif bir tedirginlik yerleşti. “Birazdan döner”, dedi, ama kalbinde, çocuğun güvenli bir şekilde geri dönmesi için bir dua belirdi. Küçük eller, kapı kolunu son kez tutarken, ardında bıraktıklarından habersizdi.

Saatler geçtikçe, sokakta yankılanan ayak sesleri kesildi ve güneş yerini karanlığa bıraktı. Küçük bedenin geri dönmesini bekleyenler, nefes almakta giderek zorlanıyor; her nefeste derin bir boşluğa düşüyordu. Evin içindeki sessizlik, adeta bir mezarın derinliğinde bir korkunun habercisiydi.

Karanlık çöktü, ama çocuğun geri dönmesini bekleyen anne baba için gece daha yeni başlıyordu. Sokak lambalarının zayıf ışığında, adeta birer gölgeye dönüşmüşlerdi. Her köşe başını, her sokağı, her bahçeyi ararken, içlerindeki korku dalga dalga büyüyordu. Ellerinin titremesi, umutlarının tükenmeye başladığının bir göstergesiydi. Her bir adım, ayaklarının altında birer kaya gibi ağırlaşıyor, yüreklerindeki endişeyi daha da derinleştiriyordu. Düşündükçe, yüzleri soldu, sesleri kısıldı. Her bir çalınan kapı, içlerinde yükselen o şiddetli dalganın bir parçasıydı.

Zaman, adeta bir girdap gibi her şeyi içine çekiyordu. Günler birbirini kovaladı, ama bekleyiş bitmedi. Sabahları, geceye dönüştü; mevsimler değişti, ama umutlar hiç tükenmedi. Takvim yaprakları birer birer düşerken, her geçen gün, umutları biraz daha silikleşti. Çocuğun odası, hala olduğu gibi duruyordu; oyuncaklar, küçük yastığı… Ama artık o odanın içi, yaşamdan çok uzak bir hatıra bahçesine dönmüştü. Yastığındaki koku soldu ama çocuğun dönme umudu, anne babanın yüreğindeki son ışık olarak kaldı.

Ve bir gün, o beklenen haber geldi. Ancak bu sefer, telefonun her zili, içlerinde derin bir çatlağın ilk kıvılcımı gibi yankılandı, son umut kırıntılarını da yerle bir etti. Karşı taraftan gelen kelimeler, birer mermi gibi doğrudan kalplerini hedef aldı. O minik bedenin artık hayatta olmadığını öğrendikleri an, dünya durdu. Gözlerinin önünde açılan o derin boşluk, sanki tüm evreni içine çeken bir kara delik gibiydi. Sözler, ruhlarına çarpıp yankılanıyordu ama hiçbir şeyin anlamı kalmamıştı. Her şey, sonsuz bir karanlığa gömülmüş, her ses susmuştu.

Anne, kızının yastığını eline aldığında, kalbindeki son umut da kayboldu. Yastığa dökülen gözyaşları, bir nehir gibi akıyor, ama nehrin suları artık çocuğuna ulaşamıyordu. Baba, evin içinde dolaşırken, her adımda sanki bir uçuruma biraz daha yaklaşıyor gibiydi. Her adımda, dünya biraz daha ağırlaşıyor, kalbi biraz daha derinlere gömülüyordu. Artık hiçbir şeyin anlamı kalmamıştı; dünya, tüm renklerini kaybetmiş, yalnızca gri ve siyah tonlarıyla doluydu. Bu acı, onların ruhlarını kemiren, asla geçmeyecek bir cerahat olarak kalacaktı.

Ya çocuğun yaşadıkları. Belki bir yerlerde yardım çığlığı atmak istiyordu, belki hiçbir ses, hiçbir ışık yoktu; sadece onu sarıp sarmalayan, hiç bitmeyecekmiş gibi görünen bir korku…

Bu anları yaşamak kolay mı? Bunları düşünerek yaşamak kolay mı? Bir zamanlar neşe dolu bir odanın, sessizliğe gömülmüş bir hatıra mezarına dönüşmesini izlemek… O küçük yatağın boş kaldığını, her sabah odaya adım attığınızda sizi karşılayan o tarifsiz boşluğu hissetmek… Her sabah uyanıp, o odanın kapısını aralarken içinde küçük bir avuntu taşıyıp, sonra tekrar o soğuk gerçeğe çarpmak… O minik yastığın hala o saf kokuyu taşıdığını bilmek, ama o kokunun her gün biraz daha solduğunu çaresizce izlemek… Kalbinizin her atışında, kaybolan bir canın özlemiyle yanıp tutuşurken, içinizdeki umudu diri tutmaya çalışmak… Geceleri, bir hayalet gibi evin içinde dolaşıp, sessizlikte yankılanan geçmişe sarılmak… Bu ıstırabın ağırlığını her an, her saniye taşıyabilmek kolay mı? Bu, sadece bir bekleyiş değil; her gün biraz daha içten içe erimek, biraz daha yok olmak demek… Belki de hiçbir şey, bir evladın kayboluşunun ardından kalan o duygu eksikliğini telafi edemeyecek.

Bu acıyı yaşatanların vicdanı taş gibi soğuk. Bir çocuğun hayatını söndürmek, bir gül bahçesini ateşe vermek gibi; sadece anı değil, geleceği de yok etmek. Yaptıkları, insanlığın karanlık köşelerinde birer günah olarak kalacak.

Her yıl, binlerce evlat birdenbire ortadan yok olur. Bu kayıpların ardında farklı nedenler yatabilir; evden kaçış, insan ticareti, trajik kazalar veya başka üzücü olaylar. Ancak sebep ne olursa olsun, her bir kayıp, geride kalanları tarifsiz bir belirsizlik ve çaresizliğin dikenli tarlasına sürükler. Ebeveynler, sevdiklerinden gelecek ufacık bir haberle umutlarını yeşertmeye çalışırken, bu bekleyiş bazen yıllar süren bir kâbusa dönüşür. Evladın kaybolduğu andan itibaren her geçen gün daha da zorlaşır; içlerindeki sızı, gökyüzünü kaplayan kara bulutlar gibi büyür. Bir evladın kaybolması, o hanenin yaşamında silinmesi imkânsız bir iz bırakır; hayatları, bir daha asla aynı olmayacak şekilde değişir. Anne baba o masum canın her gün, her an sağ salim dönmesi için dua eder, belirsizlikle dolu bir bekleyiş içinde umutlarını diri tutmaya çalışır. Ne yazık ki, bazı çocuklar insan kaçakçılığı veya başka karanlık niyetlerin kurbanı olur.

Her kaybolan çocuk, bir toplumun vicdanındaki derin bir çürümenin, her acı haber, toplumsal bir travmanın yansımasıdır. Bu travmalar, tıpkı bir volkan gibi içten içe kaynayan ve patladığında her şeyi yerle bir eden bir güçtür. Toplumun ruhunda bir yara açılır ve bu yara, nesiller boyu kapanmaz. Bu acılar, toplumun en derin köşelerine kadar sirayet eder; güven duygusu zedelenir, samimiyet ortadan kalkar. Toplum, artık çocuklarına güvenle sarılamaz; her yeni gün, yeni bir korkunun habercisi olur.

Suçlular hak ettikleri cezaları almalı ki, toplumun adalet duygusu yeniden inşa edilsin. Cezalar caydırıcı olmalı ki suçu düşünen biri hemen geri adım atsın. Bu, toplumun vicdanını onarır ve masumların korunmasını sağlar. Adalet, yalnızca bir kavram değil, toplumun huzurunu ve güvenini koruyan en sağlam zırhtır. Bu zırhın delinmesine asla izin verilmemelidir.

Bu acılara sessiz kalmak, insanlık onurunu çiğnemekle eşdeğerdir. Her bir kaybolan, her öldürülen çocuk, toplumun kalbinden kopan bir parça, ruhunun derinliklerine saplanan bir hançerdir. Artık susma zamanı değil, harekete geçme zamanıdır. O yavrular, sadece birer istatistik değildir, birer blog yazısı da değildir; onlar, birer can, birer hayat, birer gelecek, birer umuttur. Ve bizler, onların sessizliğini duymazdan gelecek olursak, kendi insanlığımızı da kaybetmiş oluruz. Bu karanlığı yaratanlar, sadece bir çocuğu değil, tüm insanlığı karanlığa gömmek istiyorlar. Ama bizler, bu karanlığı yırtıp atmalı, ışığın yeniden parlamasını sağlamalıyız. Çünkü bir toplum, çocuklarını koruyabildiği, onlara güvenli bir gelecek sunabildiği ölçüde gerçek bir toplum olabilir.

Kalbi olanlar, ancak sevgiyle dolu bir dünya inşa edebilir.

Kalbi olan bir ülke ancak masumları korur.

Kalbi olan bir ülke!

“Hamuşanlar ve Kalbi Olan Bir Ülke” için 1 yorum

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Scroll to Top